31 Mart 2013 Pazar

VE İNSAN ÖLÜR



GİRİŞ:

Dünya; ilk nefes, ilk söz, son söz ve son nefesten ibarettir. Alışkanlıklar ve unutma duygusuyla imtahan olmustur insan hep. Önce dünya'ya bir yeminle gelmiş ardından yavaş yavaş dünya'ya alışmaya başlamıştır. Sonra dünya o kadar tatlı gelmiştir ki insana verdiği sözü ettiği yemini unutmuştur. Dünya kendine alışan insanı yavaş yavaş unutmaya başladığında herşey değişir. İşte o zaman anlar insan dünya boş bir hayalimiş.

Gelişme ve sonuç bir:

İlkin görür insan yavaş yavaş içi ısınır. Ardından ilk sözü söyler ve o andan itibaren alışmaya başlar. Herşeyini attığı adımı, aldığı nefesi bile herşeyini ama herşeyini alıştığına sevdiğine göre şekillendirir.  Onsuz bir anını bile düşünmez/düşünemez. Geçmişi silinmiş, anı gark olmuş, geleceği onunla düşler sokağında gezinmeye başlamıstır.

Ve insan alışkanlıklarına hapsolur. Sever ama n'için sevdiğini unutur. Yanındadır sevdiği, sevdiği hiç gitmeyecek sanır. Herşeyi onun için göze alacagini düşür herşeyden vazgeçecegine inanir ancak hesaba katmadiği bir şey vardir. O da dünya'dır.

Ve insan terkeder/terkedilir.

Sıra unutmaya/unutulmaya gelmiştir. Alışkanlıklarıda terkeder onu. Sabah kalktığında ilk günaydın mesajı, seni senin benim seni sevdigimdiğimi zannettiğinden daha çok seviyorum demesiyle kalbinin cuşa gelişi, telefonunun hiç olmadığı kadar sakin ve meskun bir şekilde sus pus oluşu... Önceleri alışamaz insan. Unutanda unutulmaya mahkum olanda alışamaz. Unutan/unutuldugunu zanneden çeker gider ancak unutulmaya mahkum olan hep bi merak icinde bekler;

- N'pıyor acaba?
- İyi midir?
- Yine o kanepesine uzanmiş uyuyor mudur vs vs...

Düşünür düşünür insan...

Unutulmaya başladığını anlar. İçten içe erir. İcindeki umut ışığı heran gücünü yitirir. Birleşemeyen hayatlarını düşünür:

- Ne, n'için, neden?

Susar sonra. Çünkü O varsa içindeki herşey vardir. Bütün dayanağı O'dur.

Sonra bir söz gelir dilinin ucuna:

- Ya Hay!

Unutmak yokur unutulmayı kabuletmek vardır onun için. Son sözü söylerken son nefesten önce unutmadığını tüm dünya'ya hakırmak için güller koydurur kefenine, gül kokusuyla o unutamadığının kokusuyla girmek ister toprağa.

                                  - Unutmak zamanın ve mekanın  ve onu yaşayanların işidir.
       
                                  - Unutmadan ölümü kucaklamak O'nun rızası için sevenlerin...


19 Mayıs 2012 Cumartesi

AŞK: ESRA'R; SIR


Aşk bir ilimdir; esra’r dolu sır dolu… Ona ancak gönülden bakanlar nail olur, Hak ile hemdem olanlar erer ancak o ilme.

Aşkın sureti sırdır. Sırlar içinde kaybolmakla görülür ancak o suret. Yar’in cemali ancak aşkın esra’r-ı ile aydınlanır. O cemal alır seni senden; sen, sen olmaktan çıkar artık bir esra’r olursun. Sesinin buz kesmesi de ondandır.

Ayn, Şın, Gaf’ta; Elif’i Sin’i Ra’yı aramaktır aşk. Harflerde saklı olan sırrı ararsın aşk ile. Sevgilinin o cennet kokan nefesini ararsın esra’r-lı harfler içerisinde. Rabbin, Habibi ile olan aşkı'dır harflerdeki sır; ‘’Elif Lam Mim’… Kimse bilmez, sevenle sevilenden başka kimse çözemez bu esra'r-ı ...

Sonra döner kendinde ararsın herşeyi; sevmeyi, sevilmemeyi, susmayı, hiç sayılmayı… Şehrin muhtelif yerlerinde ararsın sonra bu esra’r-ı, muhtelif yerlerde aşk acısı çekersin sessizce, kimse bilmeden. Bir tebessümde ararsın, çözmeye çalışırsın bu sırrı. Söylenilen yalanların sebebini bulmaya çalışırsın. Yalan da olsa umut ararsın o sözlerde. Ama hepsi sır olur esra’r olur ötelerde…

Verdiğin sözleri bir tütüne sarar çekersin içine ve ciğerlerin parçalanır bir nefesle. Terk edersin verdiğin sözleri ve sevgilinin bulunduğu şehri… O anlamaz pervasızca öteler seni ötekileştirir, bambaşka bir diyara saptırır yolunu, bilmediğin görmediğin kişiler karşılar seni oralarda… Ağlaşırsın onlarla ama sırrını söylemezsin kimselere…

Esra’r-ı sorarsın kendine, cevaplar içinde kaybolur gidersin. Hakkını helal etmek istemezsin ama nasıl ki ana sütü keskin bir bıçak gibi keser bedduayı, aşk’ta öyle keser haramı. Helaller haram olur sana; konuşmak, nefes almak ve o güzel gözlere bakmak...
Esra’r-ı çözmeye çalışırsın ve yaklaşırsın git gide. O sırra nail olmaya başlarsın ve bir bir cevaplar belirir gözünün önünde;

- ‘’Elif Sin Ra’’; Esra’r: Esr’eden’dir aşk... Kaplar insanın her yanını, hapseder içine…

- ‘’Elif Sin Ra’’; Esra’r: Esr’edir aşk… Hayatın her yanını esr’e ile okursun. Bütün harflerini inceltir yazılanların ve söylenenlerin, güzelleştirir çekilen acılarını...

- ‘’Elif Sin Ra’’; Esra’r: Esra’rdır aşkın ta! Kendisi… Sırdır, söyleyemezsin hiç kimseye ve susar çekip gidersin edeplice…

9 Nisan 2012 Pazartesi

Hayal... Gerçek... Dua


Hayal bahçesinde dolanıyorsun; kuş cıvıltıları, su şırıltıları ve sessizliğinin eşliğinde adımlıyorsun. Rüzgar ağaçlar arasından usul usul eserken yüreğini de serinletiyor. Bir çift göz girdiriyor seni hayal bahçesinin kapısından, seni gerçek dünyadan alıp hayaller ülkesinde gezdiren bir çift göz. Gözlerin onun gözlerini arıyor, ne mavi ne de ela, yemyeşil bir çift göz arıyor gözlerin. Gülru beliriyor hayalinde kimdi o hangi hayal ülkesinin güzeliydi. Zihnin bulanıyor beynin seni gönlüne götürüyor ve artık hayal ülkesinden gönlün mahrem kapısından giriveriyorsun.

Orda oracık da duruyor işte. Sessiz, mahsun ve edep içerisinde... Başını dahi kaldırıp bakmıyor sana, ''Ya Rab!'' diyorsun ve susuyorsun. Bir duvar gölgesine oturup bekliyorsun belki bir lahza bakar diye ağlıyorsun gecelerce orda, o duvar gölgesinde hergün vaktin beş safhasında yalvarıyorsun gönlün gerçek sahibine. Gökler katman katman açılıyor önünde gözyaşların suluyor umutlarını yağmurun yerine.

Günler günleri, aylar ayları, zaman zamanı katlıyor ama sen orda mustakil bir gönülle sadece ona bakıyorsun. Ve o an geliyor sesini duyuyorsun onun, kırkikindi yağmurları yağıyor gönlüne canlanıyor umut bahçendeki tüm güller, bülbüller tekrar gönül bahçeni mesken tutmaya başlıyor. Geçmiş zamanın toz bulutlarını dağıtıyor o yumuşak sesi. Ve dahi sonra dönüp baktığında kitlenip kalıyorsun o bir çift yeşil göze... Elini açıyor ve dua ediyorsun rabbine; bir ömür gönlünü yeşile boyasın diye...

14 Mart 2012 Çarşamba

BEN


Kusasım geliyor içimdeki BEN'i. Bütün kötülüklerimin, inatlarımın, vicdansızlıklarımın sahibi BEN'i söküp atmak istiyorum içimden. Zorlanıyorum nefes almakta, yazıya dökemez oldum halimi ebrahımı. Sevemez oldum kimseyi, bir damla yaş gelmez oldu gözümden. Bunların hepsi kimin yüzünden diye soruyorum kendime, aldığım tek cevap: BEN...

Şeytan otağını kurmuş içime BEN ile keyf-i sefada. Hep bir kurnazlık peşindeler ikisi hep bir aymazlık içinde. Ne ''Gül''ü görür oldu gözlerim ne ''Lale''yi. Kor kapladı BEN'in yüzünden içimi, katran bağladı kalbim.

Ne zaman çivilerini sökmeye çalışsam karanlığın, içeriye ufacık bir gün güneşi girmeye başlasa BEN ve şeytan çakıyor o zehir dolu çivilerini karanlığın. Ne zaman ki BEN'i huzura davet etsem huzursuzlanıyor aniden. Sirenlerini çalıyor karanlığın, vicdanıma set çekiyor. Korkarım ki huzurdan kovulmak olmaya bunun sonu. BEN şeytan olmuş, şeytan BEN...

Son bir gayretle iblisi yani BEN'i söküp atmak istiyorum içimden ama kumpasa düşmüş gibi teslim oluyorum aniden. Dilim söylemek istediğini söyleyemez oldu. Bırak artık beni bana bırak, yoksa ben , ben olmaktan çıkıp BEN olacağım görmüyor musun? Ne halim ne kalbim ne de dilim konuşamaz oldu, hepsi lal oldular birer birer.

Ahh gönlümün gerçek sahibi! Merhame et, şu BEN'İ benden al sadece SEN kal.

Son bir gayretle, umutla, mağfiret dilenerek ya Hay!

27 Ocak 2010 Çarşamba

Bir Hikayedir Aşk: Beklenen

Epeyce bir vakit olmuştu üniversiteye başlayalı ama daha önce hiç böyle olmamıştı. Denizin soğuğu daha önce hiç bu kadar içine işlememişti.


Elleri titriyor kelimeler boğazına diziliyordu. Sessiz, dilsiz yürüdü bir müddet. Adını bile bilmiyordu, heyecanlıydı okula yaklaştıkça ayakları daha çok halsizleşti taşıyamaz oldu zayıf bedenini. İşte orada oturuyordu yine, kahvesini almış kahkahalar içinde muhabbet ediyordu. Bir vakit izleyedurdu, gözleriyle okşadı kıvırcık saçlarını, ne yapacaktı nasıl tanışacaktı. Düşünmekten beyninde fırtınalar kopuyor, kalbinde volkanlar patlıyordu.
Editörü olduğu dergiye yazı yetiştirmesi gerektiği geldi aklına. Son defa yine baktı o gül yüzüne ve dergiye doğru düştü yola. Yolda okul konseyi başkanı ile karşılaştı. Cevdet ile aynı düşünceleri paylaşıyor ve aynı dergide yazıyorlardı. Cevdet iyi tanırdı onu, yine sağa sola bakarak yürüyor ve ayağını yürürken yere sürtüyordu. Belli ki canı sıkkındı yine, canı sıkkın olduğunda hep böyle olurdu. Sessiz ve uzun bir yürüyüşten sonra Cevdet kolundan tutup kenardaki banka çekti sonunda. İstanbul'un keskin rüzgarı donduruyordu hüzünlerini. Anlattı dostuna olan biteni. Cevdet anlamıştı kimden bahsettiğini. Onun okul konseyinde görevli olduğunu isterse onları tanıştırabileceğini söyledi.
Sonunda bir vesiledir tanıştı onla. Aldığı her nefesi içine çekiyor, sözlerini tespih tanesi gibi sayıyor her tebessümünde dizleri titriyordu. Her günü beraber geçiriyorlar, okul sonrası koyu sohbetlere dalıyorlar, kitaplar üzerine fikir alışverişinde bulunuyorlardı. Yine bir muhabbet vaktinde cebinden yazdığı dörtlüğü çıkararak onun önüne koydu aniden. Kız şaşkın şaşkın kağıda bakıyordu, büyülenmiş gibiydi. Dörtlüğü okumaya başladı gözleri ışıldayarak;
‘’ Ne hasta bekler sabahı
Ne taze ölüyü mezar
Ne de şeytan bir günahı
Seni beklediğim kadar…’’
Ve sustu. Onun dudaklarına kilitlenmişti. Ne diyecekti. Ardından usul usul dökülmeye başladı; kendisini tanımadan önce biriyle daha görüştüğünü ancak ona evet demediğini, duygularının çok karışık olduğunu, ikisini de değerlendireceğini, şu anda hiç birşey söyleyemeyeceğini belirtti. Hiç konuşmadı kalktı ve gitti.

Çok uzun zaman olmuştu. O günden bugüne hiç görmemişti onu. Cebinden Maltepe sigarasını çıkarmış, tütününü biraz döküp ucunu parmağıyla düzledikten sonra bir kibritle yakıp yavaş yavaş dergiye doğru yürümeye başladı. Aklında, zihninde bedeninin her zerresinde hala o vardı. Paltosunun yakalarını üşüyen kulaklarını kavrayacak şekilde kaldırarak yoluna devam etti. Dergiye vardığında kapıda onu gördü heyecanlı ve mahcup bir haldeydi. Ama onda hiçbir değişiklik olmadı, istifini bozmadan hiç görmemiş gibi apartmanın kapısına yöneldi. Ama bırakmadı yapıştı kollarına; ‘’bana beş dakikanı ayırır mısın?’’. Arkasını döndü ve hiç ses çıkarmadan onunla yürümeye başladı. Camları buğulanmış bir kafe’ye oturdular. Başladı anlatmaya; onu unutamadığını, zaten öteki ilişkinin başlamadan bittiğini vesaire vesaire devam etti. Ama o sanki hiç orda değildi. Cebinden uzun zaman önce olduğu gibi yine bir kağıt daha çıkardı masaya koydu ve kalktı. Kız durdurmaya çalıştı, ne yaptı ne ettiyse durmadı. En son çare bir umutla arkasından seslendi;’’Necip’’. Durdu ve son defa gözlerine baktı yine hiç bir şey söylemeden yoluna devam etti. Kız masanın kenarına tutunarak bile zor duruyordu ayakta. Sandalyeye çöktü ve gözleri masasın üzerindeki kağıda ilişti;

‘’Geçti istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni;
Bırak vehmimde gölgeni,
Gelme, artık neye yarar? ‘’
NFK

12 Kasım 2009 Perşembe

Rabıta

'Öyleyse, kişi yalnızca en korkunç acılar içindeyken yazmalı, o zaman bambaşka bir anlamı olur yazdıklarının'
Niyazi Mısri

Girift bir hayat. Şükür ve isyan arasında gidip gelen zaman dilimleri; akıl ve şeytan, aşk ve ihanet hangisi birbirinden yeğdir.
Sonra sıkışıyor kalbin, aklın başına geliyor şeytan tasviye oluyor beyninden. Sonra yanıyor bedenin aşk beliriyor ihanet yok oluyor gözlerinin önünden.
Ve dahi bir şükür gönülden, yanıyor yüreğin 'ta' derinden gelen bir ateşle. Buz gibi bedenin ısınıyor, titreyen ellerin çakılıyor. Ya gözlerin; bakmanın da ötesine geçiyor, o artık görüyor.
Gecenin sahibine doğru uzatıyorsun ellerini. Önce bir tütsü sonra karıncalanıyor ellerin. Geceyi güne örtü kılan dertlerinin üzerinide örtüyor. Bir 'Hay' diyor dilin sonra damağına yapışıyor. Gözlerin kapanıyor dilin susuyor artık sadece gönlün konuşuyor sahibiyle. Tesbih taneleri gibi parmakların dökülüyor boşluğa. her tane yeni bir hayat.
Duruyor zaman, ilerliyor zaman. Artık zamanda değilsin, mekanı aştın artık. Görünmezler vadisinde görünenlerle hoşbeşsin artık. Nedir o görünenler, kimlerle muhabbete daldın bilmiyorsun bile. Bilmek neki, yaşıyorsun onları belkide.
Vakit geliyor; sınırların çizildiği yere kadar ilerleyebiliyorsun. Son Bir ' Hay' diyor ve atmayıda bırakıyor kalbin. Duruyor, susuyor. Tesbih taneleri birbir toplanıyor parmakalrında, dilin damağında çözülüyor, gözlerin son bir af dilenerek açıyor işlenenlere örtü olan kapaklarını. Hiç birşey eskisi gibi değil artık. Eskiler bile eskiyi bırakıyor.

30 Eylül 2009 Çarşamba

Bir An

Yolculuk yapmanın vermiş olduğu yorgunluk, bitkinlik, uykusuzluk... Buna rağmen yüreğinde bir kıpırtı seni hareketlendirir. Görmenin, görebileceğinin coşkusu ayaklandırır seni uzandığın kanepeden. Beklenen telefon ve çalan telefon; koşa koşa gidersin sözleşilen mekana bir heyecanla. O an yaklaştıkça daralır nefesin, zor zekat zapdedersin kalbini durmasın diye. Ve o an gelmiştir. Heyecanın anlaşılmasın diye hızlı adımlarla ilerlersin ona doğru, ve ilk selam;
- Merhaba...
Daha sonra başlarsın birbiri ardına yaşayamadığın hayatını yaşanmış gibi anlatmaya. Satır aralarında bir çok söyleyemeceğin sözün olduğu cümleler alır başını gider. Arada tebessümler belirir yüzünde içinde göz yaşı olan. Gözlerini kaçırırsın sağa sola bakmamak için gözlerine, bakıpta kaybolmamak için ummanlarda. Ama yine de herşeyi göze alıp; '' ne olursa olsun '' deyip dalarsın ummanlara. Saçlarını okşarsın nesefinle, ellerini tutarsın o bilmeden, seni seviyorum dersin sessiz haykırışlarla. O ne duyar ne de hisseder seni.
Dayanamazsın artık ''yeter'' dersin ''yeter bu kadar'' bitsin bu rüya istemedende çıkmak istersin onun gül kokan ikliminden. Dayanamaz olur kalbin, yerinde duramaz olursun. Son bir bakış ve bir an dalarsın o görmeden gözlerine. Veda anı gelmiştir artık, vedalaşıp yine düşünce girdabında kaybolanları aramaya koyulursun. Uyuyamazsın geceleri, sıtma tutar yüreğini, tirtir titrersin, gönül bahçene kış vurur, savurur rüzgar seni. Bir yandan da yanarsın çıra gibi ama ne fayda ki olacak yok.
Yine yaşamamaya devam etmek zorundasın. Onu onsuz yaşamaya, gönüllü olarak aşkın ateşine yanmaya devam edecekin, sessiz sessiz...